Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir zamanlar, uzak bir ülkede, zengin ve bilge bir tüccar yaşarmış. Bu tüccarın o kadar çok parası varmış ki, tüm sokağı altınlarla, gümüşlerle kaplayabilirmiş ancak o zengin olmanın yanı sıra zeki bir iş adamıymış bu nedenle parasını nasıl harcaması gerektiğini ve nasıl biriktirmesi gerektiğini çok iyi biliyormuş. Cimri değilmiş ama gereksiz harcamalar da yapmazmış.

Bizim zengin tüccarın bir oğlu da varmış ama hiç babasına benzemiyormuş çok ama çok tembelmiş. Babasının ona verdiği öğütleri dinlemez, tüm gün aylaklık edermiş bir de sanki kendi emek edip kazanmış gibi babasının parasıyla arkadaşlarına hava atarmış. Günler geçmiş, tüccar iyice yaşlamış ama oğlu için çok endişeleniyormuş. Bugüne kadar ekmek elden su gölden geçinip giden, hiç bir işin ucundan tutmayan oğlunun, doğru düzgün bir hayatı olamayacağından korkuyormuş.  Bir gün oğlunu yanına çağırmış ve ona son bir öğüt vermeye karar vermiş.

“Bak oğlum, etrafındaki insanlara hava atmaya çalışma, onları etkilemek için kendi değerlerinden sakın vazgeçme, senin içinde büyük bir cevher var. Onu bul ve kendin ol” demiş. Bu sözler tüccarın oğlunun bir kulağından girmiş öbür kulağından çıkmış. Babasının ne demek istediğini pek anlamamış ve kısa bir süre sonra babasını kaybetmiş.

Tüccarın serveti oğluna miras kalmış. Artık babasının tüm paraları ve altınları onunmuş.

Tüccarın hava atmayı seven oğlu hemen tüm insanları çevresine toplamış, onları etkileyebilmek için partiler düzenlemiş, gösterişli yemekler vermiş. İnanır mısınız; bazen altınlarını taş niyetine denize fırlatıyormuş. Gerçek dostluklar kurmak yerine tek düşüncesi çevresindeki insanları etkileyebilmekmiş. Böyle böyle günler geçmiş ve koca bir servet kısa sürede bitmiş.

Parası bittiğinde çevresinde kimse kalmamış. Ayağında terlikleri, üzerinde bir sabahlığıyla ortada kalakalmış. Sahte dostları hemen onu terk etmiş. Sadece aralarından vefalı biri ona bir sandık göndermiş ve kendini toparlaması gerektiğini hatırlatmış.

Şimdi, tüccarın oğlu sokağın ortasında bir sandıkla kalakalmış. Sandık boşmuş, onunla ne yapması gerektiğini bile bilmiyormuş. Gece olduğunda soğuk rüzgarlar esmeye başlamış, artık başını sokacak bir evi bile olmayan oğul, sandığın kapağını açmış ve içine girmiş. Derken birdenbire, sandık yavaşça yükselmeye başlamış ve havada uçmaya başlamış.

Tüccarın oğlu bulutlara doğru yükselmeye başladığını görünce oldukça korkmuş ama uçan sandık sarsılmaz bir güvenle ilerliyormuş.

Parlak dolunayı arkasında bırakmış, bulutların arasından geçmiş tüm gece gökyüzünde seyahat eden sandık denizleri ve okyanusları aşmış. Sabah güneş doğarken yüksek dağları geçtiklerini fark etmiş. Uçan sandığın içinde gökyüzünde özgürce gezmek harikaymış. Yukarıdan manzara harika görünüyormuş.

Bir süre böyle ilerledikten sonra sandık alçalmaya başlamış ve sonunda Türk’lerin ülkesinde yere konmuş. Üzerinde hala bir tek sabahlığı ve terlikleri olan oğul, tek varlığı olan sandığını kaybetmemek için onu bir ağacın altına saklamış ve çevrede gezinmeye başlamış.

 

Burası kendi ülkesinden çok farklı ve harika bir yermiş. Çarşıda gezerken, ufkun ötesinde görünen büyük sarayı fark etmiş. Çarşıdaki esnaf çok cana yakınmış onlarla sohbet ettiğinde bu görkemli yapının padişahın sarayı olduğunu öğrenmiş ve tabi ki güzelliği dillere destan olan prensesten de bahsedildiğini duymuş.

Oldukça meraklanan tüccarın oğlu, köşe başındaki seramik satıcısına yanaşmış ve birine prensesi sormuş.

– Prenses mi? Ah! Padişah, dillere destan güzelliği olan prensesin üzerine titrer, onu kimseye göstermez!

Tüccarın oğlu iyice meraklanmış, uçan sihirli bir sandığı olduğunu hatırlamış. Hava karardığında sandığına binmiş ve  büyük saraya doğru uçmaya başlamış. Prensesin penceresini gördüğünde ise içeri dalıvermiş.

 

Odasının penceresinde davetsizce içeri dalan biri olduğunu gören prenses oldukça sinirlenmiş. “Sen kimsin? Bu ne cürret! Ne hakla benim odama giriyorsun” diye söylenmiş.

Bizim oğlan kendini izah etmeye çalışmış ama prenses o kadar güzelmiş ki, onun karşısında dili tutulmuş kalmış.

Tüccarın oğlunun en iyi yaptığı şeylerden biri de hikaye anlatmakmış o heyecanla bir hikaye anlatmaya başlamış ve kendisinin bir melek olduğuna ve onunla evlenmek için buralara kadar uçarak geldiğine dair bir hikaye dökülüvermiş dilinden. Tabi prenses bu yalana hiç inanmamış ama bu yabancının anlattığı hikaye çok hoşuna gitmiş.

“Beni etkilemek için yalanlar söylemen hiç hoş değil yabancı! ama doğruyu söylemek gerek, çok güzel masal anlatıyorsun. Padişah babam komik hikayeleri çok sever, annem ise bilgelik dolu hikayeleri… Git güzel bir hikaye düşün, sonra padişah babamın huzuruna çık, onlar izin verirse seninle görüşürüm”

Tüccarın oğlu, “Seni tekrar görebilmek için en güzel hikayeyi hazırlayacağım” diyerek binmiş sandığında ve uçarak oradan uzaklaşmış. Gece gündüz hem etkileyici, hem de bilgelik dolu bir hikaye düşünmeye başlamış. 

Çalışmış çabalamış, hikayesini tamamladığında ise sarayın yolunu tutmuş. Onu padişah ve sultanın huzuruna çıkarmışlar. Bizim oğlan başlamış hikayesini anlatmaya…,

“Bir zamanlar, kendisiyle fazla övünen bir deste kibrit varmış. Onların soy ağacı, yani kesildikleri büyük bir çam ağacı, bir zamanlar ormandaki büyük, yaşlı bir ağaçmış. Ağaç kesilmiş, büyük makinelerle kibrit haline gelmiş. Kibritler artık bir mutfakta, eski bir demir tencerenin yanına duruyormuş. Kibirli kibritler hiç durmadan kendileri anlatır, çevresindekileri etkilemeye çalışırmış.

“Biz büyük yeşil bir ağaçtık, yemyeşil dallar arasında büyüdük. Sabah ve akşam çiğ damlalarıyla beslendik. Ne zaman güneş parlasa, onun sıcak ışınlarını hissediyorduk. Zengin olduğumuzu biliyorduk, çünkü diğer ağaçlar yeşil elbiselerini yalnızca yazın giyerlerdi ama bizim aile yaz kış yeşile bürünmeyi becerebildi. Bizi o kadar çok sevdiler ki, hemen alıp götürdüler ve ateş yakmak için becerikli kibritlere dönüştük. İnsanlar ateş yakmak için bize muhtaç!” 

Biz şöyle becerikliyiz, şöyle özeliz, böyle harikayız!” Kibritlerin yanında duran demir tencere, onların sürekli kendisini anlatmasından sıkılmış. “Hayır, sürekli kendinizi anlatmaktan sıkılmıyor musunuz? Biraz doğadan, bilimden, insandan bahsetsek olmaz mı? Baltık Denizi’ni göreniniz var mı mesela…

“’Ne güzel söyledin” demiş tabaklar… Onlar da kibritlerin sadece kendilerini anlatmasından sıkılmış.

“Bu çok güzel olur” demiş su kovası! “Biraz edebiyattan ve şiirden bahsedelim” sevinçle bir kaç damla su pınarı yapıp yerlere biraz su serpmiş.

Halı süpürgesi de onları onaylamış, kendi aralarında çok güzel bir sohbet başlatmışlar. Tabaklar bu sohbeti sevdi ve keyifle tıngırdamışlar ancak kibritler ilginin tencere kaymasından memnun değilmiş ve çok geçmeden söze atılmış…

“Biz var ya biz..”

Tam tekrar kendilerini övmeye başlayacaklardı ki, mutfağa bir kadın girmiş. Tencereyi alarak ocağın üzerine koymuş Kibritler hemen öne atılmış. En önde, en birince olup herkesi etkilemek istiyorlarmış. Kadın, tek hamlede kibritleri çakmış ve ateşi yakmış.. Alev alev yanarken bile “Herkes bizim ne kadar harika olduğumuz görsün, işte parlıyor, işte harika ışık veriyoruz!” diyorlarmış ancak sesleri uzun sürmemiş. Bir deste kibrit bir kaç saniyede kül olmuş, yanmış. Geriye onlardan ne bir ışık kalmış ne de bir parça…

Yıllardır güçlü alevlere dayanan yüzlerce insanı doyuran tencere, “Ah! Bizi etkilemek için kendileri yaktılar” demiş…

Tüccarın hikayesi burada bitmiş, kısa bir sessizlik olmuş. Sultan, “Ne kadar etkileyici bir hikaye” demiş. Padişah’da bu hikayeyi oldukça eğlenceli bulmuş ve bu yabacı delikanlıyı çok sevmiş.

“Sen oldukça akıllı bir delikanlı ve iyi bir hikaye anlatıcısısın. Kızımla görüşmene izin veriyorum” demiş. Tüccarın oğlu buna çok sevinmiş.

“Öyleyse kendimi tanıtmama izin verin” demiş. Tüccarın oğlu, babasından ve eski servetinden bahsetmesi gerektiğini düşünüyormuş ama tam o sırada dışarıdan sesler gelmeye başlamış. Dışarıda çok güzel bir havai fişek gösterisi yapılıyormuş. Padişah ve kızı heyecanla dışarı bakmışlar  ve genç delikanlıyı dinlemeyi bırakmışlar.

Tüccarın oğlu onları etkileyebildiği için çok mutluymuş ancak bu ona yeterli gelmemiş. Onları daha çok etkilemek istiyormuş. Aklına bir fikir gelmiş, saraydan çıkar çıkmaz gidip havai fişekler ve çeşitli roketler almış.

“Eğer uçan sandığıma bu fişekleri doldurursam, gökyüzünü ben aydınlatabilirim ve böylece onları daha çok etkileyebilirim” diye düşünüyormuş.

Sihirli uçan sandığın içine fişekleri doldurmuş ve havalanmış ancak hesaba katmadığı bir şey varmış. Fişekleri ateşe verdiği an, uçan sandık yanmış ve hızla aşağı düşmeye başlamış. Ne var ki bu büyük kazadan kıl payı kurtulan oğlan, yara bere içindeyken babasının sözlerini hatırlamış ve nihayet onun ne demek istediğini anlamış.

“Etrafındakileri etkilemek için asla kendini yakma! Kendin ol”

Tüccarın oğlu geç de olsa yaşadıklarından bir ders almayı başarmış.  Hikayeler yazıp bunları başka insanlara anlattığında gerçekten mutlu olduğunu ve kendisi olduğunu fark etmiş. Artık bir şeyler üretmenin ve kazanmanın değerini biliyormuş. Ülke ülke gezerek bir çok hikaye anlatmış, çevresinde gerçek dostları olmaya başlamış. Keyifle yaptığı bu iş ona para da kazandırıyormuş. Masal da burada bitmiş.

Siz de kendi değerinizi bilmeli, başka insanları etkilemek için farklı hallere girip kendinizi küçük düşürmemelisiniz.