Bir varmış, bir yokmuş. Minik ve parıldayan bir dikiş iğnesi varmış. İğne, ince yapısı ve keskin ucuyla sıkça kullanılan bir araçmış. Ancak o, kendini sadece bir iğne olmanın ötesinde görürmüş. İğne, kendi önemini öylesine abartırmış ki, kendini bir örgü iğnesi kadar büyük ve etkili bir araç sanırmış.
İğne, bir gün yolculuğuna çıkmış ve bir yün çorabın dikişine geçmiş. Oradan bir elbiseye, ardından bir mendile ve nihayetinde bir kumaş parçasına takılmış. Tüm bu süre zarfında, kendisini bir örgü iğnesi kadar önemli ve değerli hissetmiş. “İşte ben buradayım, her yerde ben varım!” diye övünmüş. “Örgü iğnesi ne ki? Benim önemimi ve değerimi anlayan biri var mı acaba?” demiş.
Fakat, iğnenin kibrine rağmen, gerçek şu ki onun yaptığı işler aslında oldukça basitmiş. Evet, dikiş iğnesi olmazsa bazı işler yapılamazmış ama örgü iğnesi olmadan bir örgü yapılamazmış. İğne, kendisini bir örgü iğnesi kadar büyük ve önemli görmesine rağmen, aslında sadece minik bir dikiş iğnesi olmaktan öteye geçememiş.
Bir süre sonra, dikiş iğnesi kendisini sık sık kaybetmeye başlamış. Bir elbisenin içine dökülmüş, bir çorabın içine sıkışmış ve bir mendilin arasında kaybolmuş. Sonunda, dikiş iğnesi yalnız ve unutulmuş bir şekilde kaldığında, sonunda kendi küçüklüğünü ve önemsizliğini anlamış. Kendisini bir örgü iğnesi kadar önemli sanan iğne, aslında kendi değerini ve yerini abarttığını fark etmiş.
Bu masal, bize kibrin ve gururun aslında ne kadar zararlı olduğunu anlatır. Her ne kadar dikiş iğnesi kendisini bir örgü iğnesi kadar önemli ve değerli görse de, sonunda kendi küçüklüğünü ve önemsizliğini kabul etmiştir. Bu, bizlere kendi değerimizi ve yerimizi abartmamamız gerektiğini, aksi takdirde yalnız ve unutulmuş kalabileceğimizi hatırlatır. Herkesin kendi yerinde ve değerinde önemli olduğunu ve kibirli olmamamız gerektiğini öğretir.