Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde kırların, yeşil ağaçların ve parıltılı nehirlerin ötesinde, güzel bir tarla varmış. Bu tarla, dingin sabah sisinin altında uyanır, öğleden sonra güneşinin altında nefes alır ve yıldızların altında uykuya dalarmış.

Bu tarla, sadece bir toprak parçası değilmiş; bu tarla yaşamın, doğanın ve gizemlerin ta kendisiymiş çünkü tarlayı işleyen çiftçi, bir tarla ustasıymış. Her bir tohumu toprakla buluşturduğunda sanki bir büyü işler, bir hayat hikayesi başlatırmış. Her bir bitki, çiftçinin ellerinde birer hikaye, birer yaşam öyküsü olurmuş.

Tarlanın her köşesi çeşitli bitkilerle doluymuş; minik papatyalar, nazlı menekşeler, alımlı kırlangıçotları, unutma-beniler… Fakat tarlanın en gururlusu, başını gururla göğe doğru uzatan karabuğdaymış. Kendini diğerlerinden ayrı ve üstün gören karabuğday, başını dik tutar ve tarlanın en parlak yıldızı olduğuna inanırmış…

Bütün bitkiler güneşi selamlar, yağmurla beslenir ve çevrelerindeki hayatın tadını çıkarırken, karabuğday kendini diğerlerinden üstün tutar, tüm gün burnu havada kendiyle böbürlenirmiş.  Onun gözünde, diğer bitkilerin hiçbiri onun kadar değerli ve önemli değilmiş.

Bir gün, sıcak bir yaz gününün ardından gökyüzünde kara bulutlar belirmiş ve havada fırtına kokusu varmış. Papatyalar ve diğer çiçekler, tehlikeyi hissedip başlarını öne eğmişler ancak karabuğday, inatçı başını dik tutmaya devam ediyormuş.

Hava karardıkça kararmış. Tarlanın hemen yanında duran yaşlı söğüt ağacı, dik başlı genç karabuğdaya seslenmiş; “Genç delikanlı, gelen fırtına, büyüklerin büyüğüdür. Ona karşı dik durmak hiç bir fayda sağlamaz, seni söker atar. İndir inatçı başını aşağı, azıcık büyük sözü dinle!” demiş. Karabuğday, yaşlı söğüt ağacının söylediklerini umursamamış. “Ben bir fırtınaya boyun eğecek değilim.” demiş kibirli kibirli. Oysa bir fırtınanın ne kadar güçlü olabileceğine dair hiç bir fikri yokmuş. 

Zaman geçtikçe fırtına yaklaşmış, şiddetli rüzgarlar esmeye başlamış. Yıldırımlar çakmaya, gök gürlemeye başlamış. Papatyalar, unutma-beni çiçeği ve diğerleri, toprağa sıkı sıkı tutunmuş, başlarını eğmiş ve yaklaşan fırtınaya hazırlık yapmışlar. Karabuğday ise hala durumun ciddiyetini anlayamamış. Sonunda fırtına tarlanın ortasında tüm gücüyle esmeye başlamış. Karabuğday, bir o yana bir bu yana sallanıyormuş. İri yağmur damlaları kafasına kafasına çarpmaya başlamış, güçlü bir şimşek çakmış ve Karabuğday’ı kolayca yere sermiş. 

Ertesi sabah, güneş yeniden doğmuş ve tarla tekrar aydınlanmış. Fırtınanın ne kadar büyük olabileceğini bilen diğer bitkiler, başlarını yeniden kaldırmış ve hayata dönmüş ancak bizim kibirli Karabuğday, fırtınanın şiddetine dayanamamış ve köklerinden koparak çok uzaklara gitmiş. Karabuğday masalı da burada bitmiş.

Andersen’in masallarından biri olan Karabuğday, aşırı gurur ve kibirin tehlikelerini anlatır. Karabuğday, başını diğer bitkiler gibi eğmeyi reddettiği için, sonunda kendi yok oluşuna yol açmıştır. Her ne kadar karabuğday kendini diğerlerinden üstün görse de, sonunda kendi kibrinin kurbanı olmuştur. Andersen, bu masal ile alçakgönüllülüğün ve mütevazılığın önemini vurgular. Her şeyin geçici olduğunu ve aşırı gururun sonunun genellikle trajik olduğunu öğretir.