Bir zamanlar, büyülü bir bahçe varmış. Bahçenin her köşesinde, en parlak renklerde açan çiçekler bulunurmuş. İlkbahar gelip de güneş ışıkları çiçekleri ısıttığında, bahçe bir renk cümbüşüne dönüşürmüş. Her bir çiçeğin farklı bir öyküsü, farklı bir kişiliği varmış.
Çiçeklerin tümü, sessiz ve hoş bir kadına aitmiş. Bu kadın, çiçeklerin annesi olarak bilinirmiş ve onlara zarif bir sevgiyle bakarmış. Sabahları çiçeklere su verir, öğleden sonraları onları güneş ışığına maruz bırakır, akşamları ise onları hafif bir esintiyle uykuya dalarlarmış.
Bir gün, bahçeye küçük bir kız gelmiş. Bu kız, çiçeklerin arasında dolaşırken, onların güzelliğine hayran kalmış. Çiçeklerin annesi, kızın çiçeklere olan hayranlığını fark etmiş ve ona çiçeklerin hikayelerini anlatmaya karar vermiş.
Bir öğleden sonra, çiçeklerin annesi ve küçük kız, bahçenin altın sarısı güneş ışığıyla aydınlanan merkezine oturmuşlar. Çiçeklerin annesi, kızın kulağına eğilmiş ve ona çiçeklerin her birinin nasıl doğduğunu, nasıl büyüdüğünü, hangi zorlukları aştığını anlatmış.
Bir gülün, güllerin kraliçesi olabilmek için nasıl dikenlerinden vazgeçmeyi reddettiğini; bir lale çiçeğinin, kırmızı yapraklarının içinde nasıl bir kalbi sakladığını; bir papatyanın, küçük beyaz yapraklarıyla nasıl saf sevgiyi temsil ettiğini anlatmış.
Küçük kız, her hikayeyi büyük bir merak ve hayranlıkla dinlerken, çiçeklerin yalnızca güzelliklerinden ibaret olmadığını anlamış. Onların her birinin kendi hikayesinin olduğunu, her birinin kendine has bir kişiliği ve deneyimi olduğunu öğrenmiş.
Çiçeklerin annesi, son olarak, çiçeklerin nasıl sevgiyle büyütüldüğünü, nasıl özenle sulandığını ve nasıl güneşin altında büyüdüğünü anlatmış. Küçük kız, çiçeklerin annesinin sevgisine, sabrına ve özenine hayran kalmış.
O günden sonra, küçük kız, her çiçeğe bakışını değiştirmiş. Onları sadece güzellikleri için değil, onların hikayeleri ve kişilikleri için de sevmeye başlamış. Çiçeklerin annesi ve küçük kızın arasında, çiçekler üzerine anlatılan bu hikayelerle büyülü bir bağ oluşmuş.